Sosyal psikoloji alanında yapılan deneyler insanın tabiatı, sahip olduğu değerler, latifeler ve tabi olduğu kaideler adına önemli bilgiler sunar. İnsan tabiatına dair birçok ders veren bu bilimsel deneylerin bazıları sosyal psikoloji literatüründe, tarihte ve deneklerde kalıcı tesirler bırakmıştır. “Sosyal Psikoloji Açısından İnsan Tabiatı” yazı serisinin bu üçüncü ve son kısmında da bu tarz deneyleri ele almaya devam edelim
Bobo Doll Deneyi (Bobo Doll Experiment)
Ünlü sosyal psikolog Albert Bandura’nın “Hacıyatmaz Deneyi” olarak da bilinen bu çalışmasında üç ve altı yaş arasında çocuklardan toplam otuz altı erkek ve otuz altı kız seçilmiştir. Çocuklar on ikişerli üç gruba ayrılmıştır. On ikişer erkek ve on ikişer kızdan oluşan gruplar kontrol, agresif ve sevgi grupları olarak belirlenmiştir.
Agresif gruptaki çocuklara Bobo isimli hacıyatmaz şeklinde plastik bir oyuncağa agresif davranan kişiler gösterilmiştir. Bu yetişkinler hacıyatmaza hakaretlerde bulunmuş, tokmak gibi çeşitli aletlerle başına vurmuş, oyuncağı yere fırlatmış, yumruklamış, tekmelemiş ve top bombardımanına tabi tutmuşlardır. Sevgi grubundaki çocuklara ise Bobo’ya iyi davranan ve şefkat gösteren yetişkinler izletilmiştir. Kontrol grubundaki çocuklara ise herhangi bir şey gösterilmemiştir.
Daha sonraları çocuklar Bobo’yla birlikte tek tek bir odaya alınırlar. Hem agresif hem de sevgi grubundaki kız ve erkekler videodaki yetişkinlerde gördükleri şeyi model olarak benimseyip neredeyse tamamen aynı şekillerde Bobo’ya muamelede bulunmuşlardır. Agresif gruptaki çocuklar oyuncağa aynı tarzda şiddet göstermiş ve ek olarak yeni saldırı modelleri de geliştirmişlerdir. Ayrıca kız çocuklarının daha çok yetişkin kadınları taklit ettiği oğlanların ise yetişkin erkekleri rol modeli olarak takip ettikleri gözlemlenmiştir. Kontrol grubundaki çocuklar ise yine agresif davranışlarda bulunmuş olmakla birlikte agresif gruptakilere göre bu çok daha düşük bir seviyede gerçekleşmiştir.
Deneyden çıkarılmış en önemli sonuç şudur: çocuklar konuşma, yeme, içme gibi davranışların yanında saldırganlığı ve şiddeti de zamanla gözlemleyerek öğrenirler. Hususiyle rol modeli olarak aldıkları insanların tavırlarını taklit etme yoluyla davranış modellerini şekillendirirler. Her ne kadar deney etiği açısından sorgulanabilir olsa da Bandura’nın Bobo Doll Deneyi tarihteki en etkili sosyal psikoloji deneyleri arasına girmiştir.
Marshmallow Deneyi (Marshmallow Experiment)
İlk olarak Walter Mischel tarafından 1970 yılında gerçekleştirilen “Marshmallow Deneyi” ya da başka bir ismiyle “Zevki Erteleme Becerisi Deneyi” o tarihten bu yana anaokulu dönemindeki çocukların otokontrol mekanizmalarını ve duygularını yönetme kabiliyetlerini anlamak için sıklıkla kullanılmaktadır.
Marshmallow Deneyi’nde ilk olarak deneyi gerçekleştirecek kişi denek çocukla bir odaya girerler. O yaştaki bir çocuk için çok cazip olabilecek bir marşmelov veya çikolota gibi bir şekerleme çocuğun önündeki bir tabağa koyulur. Bu şekerleme tabağının yanına bir adet de zil konur ve çocuğa şöyle denir: “Önünde bir şekerleme var. Ben şimdi dışarı çıkacağım, şayet ben geri gelene kadar bunu yemeyip beklersen sana aynısından bir tane daha vereceğim. Ancak geri gelmemi bekleyemez de şekerlemeyi yersen sadece bir tane yemiş olacaksın. Bu durumda da zili çalıp beni çağıracaksın.” Sonrasında deneyi gerçekleştirenler odadan çıkarlar ve bir ayna arkasından veya kamera vasıtasıyla çocuğun davranışlarını incelerler.
Çocuklar şekerlemeyle baş başa kaldıkları zaman kendilerini kontrol etme becerileriyle alakalı bir teste tabi tutulmuş olurlar. Mischel’in deneyinde bazı çocuklar yetişkin odadan çıkar çıkmaz hazır lezzeti tercih ederek şekerlemeyi yedikleri gibi, bazıları da ikinciyi elde etmek için dişlerini sıkmışlardır. O kadar ki, kimisi dikkatini dağıtmak için oda içinde dolaşmaya ve şarkı söylemeye başlar. Diğer bazıları ise şekerlemeyi sürekli eline alır, koklar veya yalar. Bu davranış farkları çocukların otokontrol mekanizmaları ve bunu nasıl yönettikleriyle alakalı birçok mesaj içermektedir.
Marshmallow Deneyi’nde birkaç farklı önemli husus incelenmektedir. Bunlardan biri çocuğun kendine hâkim olma kabiliyeti bir diğeri ise ikinci şekerlemeyi bekleme fikrini muhakeme etme süreci. Sergiledikleri davranışa göre çocukların güdüleriyle hareket etme durumları ve mantıklı düşünme kabiliyetleriyle alakalı çıkarımlarda bulunulmaktadır.
Deneyin yine önemli çıkarımlardan biri de şudur: Marshmallow Deneyi’ne tabi tutulan çocuklar sonraki hayatlarında da uzun bir süre takip edilirler. Çocukken hazır lezzeti sonraya erteleyebilen, iradesini ve mantığını bu yönde kullanan çocukların ilerleyen yıllarda akademik açıdan daha başarılı oldukları, sosyal becerilerinin daha fazla geliştiği, hatta madde ve alkol bağımlılığı risklerinin şekerlemeyi hemen yiyen çocuklara nazaran çok daha düşük olduğu tespit edilmiştir. Bununla beraber, çevre koşullarının değişmesi, ebeveynlerinin hususi gayreti ile sabredemeyen çocukların da sonraki hayatlarında sabreden çocuklarla yarışır hale gelebildikleri gözlemlenmiştir.
Jane Elliot’un Önyargı ve Ayrımcılık Deneyi
Farklı göz renkleri üzerinden nasıl türlü sosyal kimlikler kurulabileceğini gösteren bu deney önyargı ve ayrımcılığın dayanaklarının ne denli hayal ürünü ve kurmaca olabileceğini ispat etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960 senesinde Martin Luther King’in katledilmesinden sonra, Iowa eyaletine bağlı Riceville şehrinde bulunan bir okulda sınıf öğretmeni olan Jane Elliot üçüncü sınıfa giden öğrencilerine ırkçılık konusunu bir deney vasıtasıyla öğretmek ve çocuklarda bu hususta bir farkındalık oluşturmak ister.
Elliot çocukları mavi gözlüler ve kahverengi gözlüler olarak iki gruba ayırır. Mavi gözlü öğrencilere daha fazla öğle yemeği yeme, daha uzun teneffüs yapma, yemeğe önce gidebilme, kâğıt bardak yerine cam bardak kullanabilme gibi çeşitli imtiyazlar verilir. Elliot bunu yaparken çocuklara mavi gözlü olanların kahverengi gözlülerden daha üstün ve daha zeki olduklarını telkin eder. Kahverengi gözlü öğrencilerin mavi gözlülerden hemen ayırt edilebilmeleri için geniş bir yaka takmaları ve sınıfın arkalarında oturmaları söylenir. Jane Elliot sıklıkla mavi gözlü öğrencilerin daha zeki ve kahverengi gözlü olanların ise daha başarısız ve tembel olduklarını ifade eder.
Çok kısa bir süre içerisinde mavi gözlüler grubundaki öğrenciler diğer gruptaki çocuklarla alay etmeye, onları tahkir ve techil etmeye başlarlar. Hatta mavi gözlüler sınıfa kendilerince çeşitli standartlar getirmeye ve bu kurallara uymayan kahverengi gözlü çocukları cezalandırmaya yeltenirler.
Bir sonraki gün sınıfa geldiğinde Elliot bir yanlışlık olduğunu ve gerçekte kahverengi gözlü olanların diğerlerinden daha üstün ve zeki olduğunu söyler. Elliot her iki durumda da bu üstünlük fikrini uydurma bilimsel açıklamalara dayandırır. Aynı imtiyazlar bu sefer kahverengi gözlü öğrencilere verilir. Bu sefer de mavi gözlü çocuklar yaka takmak ve sınıfın arkasında oturmak zorunda bırakılır. Çok kısa bir süre içerisinde kahverengi gözlüler diğerlerine çeşitli isimler takmaya, hakaret etmeye ve ayrımcı tavırlara gitmeye başlarlar.
Deney neticesinde şunlar gözlemlenmiştir: Daha “üstün” oldukları söylenen çocuklar özgüven sahibi olmuş, kendilerini direkt otorite pozisyonunda görmüş ve derslerinde de daha başarılı ve girişken olmuşlardır. Çocuklara öz itibarıyla daha aşağı oldukları söylendiği ve bu yüzden ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başladıkları zaman ise, özgüven kaybına uğramışlar ve derslerine de aynı şekilde odaklanamamışlardır. Aşağılık kompleksi enjekte edilen çocuklarda saldırgan tavırlar ve anti-sosyal davranışlar artmıştır. Üstün olduğu söylenen öğrenciler statükoyu ve hiyerarşiyi desteklemiş sonradan üstün olduğu söylenenler ise rövanş almaya çalışmışlardır. Bunun yanında bazı “sonradan üstün”lerin aynı acıyı arkadaşlarına yaşatmama düşüncesiyle daha yumuşak tavırlar içerisine girdikleri de tespit edilmiştir. Neticede birbirinin arkadaşı olan ve daha önce herhangi bir nedenden ötürü gruplaşma yaşamamış üçüncü sınıf öğrencileri, otorite gördükleri bir kişinin tamamen hayal ürünü olan yönlendirmeleri ve telkinleri sonucu bir anda kamplara ayrılmış ve bunun üzerinden önyargı ve ayrımcılığa gark olmuşlardır.
Loftus & Palmer Deneyi
1974 senesinde Elizabeth Loftus ve John Palmer isimli iki araştırmacı kelimelerin ve dilin anıları oluşturmadaki etkisini incelemek ve insanların bilgileri hafızalarında nasıl tuttuğunu anlamak üzere “Otomobil Parçalanmasının Yeniden Kurulumu” isimli bir çalışma yürüttüler.
Washington Üniversitesi’nde yürütülen bu deneyde bir grup öğrenciye bir araba çarpışması videosu izlettirilir. Sonrasında öğrenciler dokuzar kişilik beş farklı gruba ayrılırlar. Gruptaki öğrencilere “Arabaların (…) esnasındaki hızı neydi?” sorusu tevcih edilir. Farklı gruplara yönlendirilen bu soruda her grup için noktalı yere “parçalanma”, “çarpışma”, “toslama”, “vurma” ve “sürtünme/dokunma” gibi farklı kelimeler yerleştirilmiştir. Gelen cevaplar neticesinde sorunun “parçalanma” kelimesiyle sorulduğu kişilerin cevap olarak verdiği ortalama hızın, sorunun “dokunma” kelimesiyle sorulduğu kişilerin verdiği değerden çok daha fazla olduğu görülmüştür.
Loftus ve Palmer sonrasında bir grup öğrenciyle birlikte benzer bir çalışma daha gerçekleştirirler. Yine bir grup öğrenciye önce bir çarpışma videosu izlettirilir. Sonra öğrenciler üç farklı gruba bölünürler. İlk iki ekibe sırasıyla “Arabanın parçalanma esnasındaki hızı neydi?” ve “Arabaların çarpışma esnasındaki hızı neydi?” sorularını yöneltirler. Üçüncü grup olan kontrol grubuna ise herhangi bir soru sormazlar.
Üç farklı grubu bir hafta sonra yeniden toplarlar ve bu sefer arabanın videosunu göstermeden onları bir teste alırlar. Testte ölçülmek istenen sorulardan bir tanesi “Cam kırığı gördünüz mü?” sorusuna verilecek cevaptır. Aslında kaza videosunda herhangi bir cam kırığı gözükmemektedir. Buna rağmen bir hafta önce sorunun “parçalanma” kelimesiyle sorulduğu öğrencilerden yaklaşık %40’ı olmayan cam kırıklarını gördüklerini söylerler. Sorunun “çarpışma” kelimesiyle yönlendirildiği kişilerin ise yaklaşık yüzde %15’i cam kırıkları gördüklerini iddia ederler. Bu sonuç, değişik kelime tercihlerinin insan algısında nasıl farklılıklar oluşturabileceğini anlama adına oldukça dikkat çekicidir.
Deney hadiselerin ve hadiseyle alakalı bilgilerin yorumlanması için beynimizde sakladığımız bilgilerin ve kelimelerin gerçeklik algımızı oluştururken ne derece yönlendirici belki de saptırıcı olduğunu göstermektedir. Bu açıdan, çoğunlukla düşünülmeden yapılan kelime tercihleri kişilerde tahmin edildiğinden daha büyük tesire sahiptir. Doğru kelimeleri tercih etmekle insanlar uzun zaman sonra bile arzu edildiği şekilde düşünmeye sevk edilebilmektedir.
Hale Etkisi (The Halo Effect)
Birinci Dünya Savaşı esnasında, Amerikalı psikolog Edward Thorndike, farklı komutanlara, kendilerine bağlı olan askerlerinin fiziksel kabiliyetleri, zekâları, emirleri uygulama kapasiteleri gibi konular hakkında sorular yöneltmiştir. Komutanların yüksek puan verdiği askerlerin sağlam bir fiziksel yapıya sahip olduğunu görmüştür. Hatta, komutanlara göre bu ön plana çıkan askerler aynı zamanda, iyi birer nişancı, disiplin sahibi, müstağni ve liderlik kabiliyetleri olan kişilerdir. Komutanların askerlerin fiziksel yapısından hareketle onların malı olmayanı da onlara mal ettiklerini gören Thorndike bu duruma “hale etkisi” (halo effect) ismini vermiştir.
Bir kişinin spesik bir özelliğinden hareketle onun tüm yanlarının benzer veya aynı olduğuna dair fikir yürütmek hale etkisi olarak adlandırılmaktadır. Hale, özellikle batı sanat tarihinde melek tasvirlerinin baş kısmı üzerinde resmedilen yuvarlak halkaya verilen isimdir. Yani, bir kişinin, herhangi müspet bir yönünü genelleyerek onu bir melek şeklinde resmetmektir.
Bu etkiyle ilgili önemli deneylerden birini sosyal psikolog Richard Nisbett 1970’li yıllarda gerçekleştirmiştir. Nisbett, iki gruba ayrılmış öğrencilerden bir öğretim üyesini fiziki yapısı, tavır ve davranışları ve diksiyonu gibi konularda değerlendirmelerini istemiştir. Bahsi geçen öğretmenin ana dili İngilizce olmadığı için yabancı aksanı mevcuttur. Deney ekibinin bir parçası olan öğretmen, deneklere fiziki görünüm ve davranışlarını aynı şekilde sergilemiştir. Bununla birlikte, ilk gruba daha yakın ve sıcakkanlı davranan öğretmen, ikinci gruba ise daha mesafeli ve soğuk yaklaşmıştır.
Grupların öğretmen üzerindeki değerlendirmeleri hale etkisini açıkça göstermektedir. Öğretmenin yakın davrandığı gruptaki öğrenciler kendisiyle alakalı tüm değerlendirme başlıklarına olumlu not vermiş ve hatta aksanının çok ilgi çekici ve hoş olduğunu ifade etmişlerdir. Öğretmenin soğuk davrandığı öğrenciler ise tüm özelliklerini daha negatif olarak yorumlamışlar, ayrıca nesnel diğer gerçeklerin yanında -birebir aynı olan- aksanının da rahatsız edici olduğunu söylemişlerdir.
Sonrasında yapılan birebir mülakatlarda öğrencilere bahsi geçen öğretmeni sevecen bulmalarının değerlendirmelerini herhangi bir şekilde etkileyip etkilemediği sorulmuştur. Öğrenciler, bunu reddetmiş, değerlendirmelerinde objektif olduklarını bunun dışında izafi olan özelliklerine dikkat bile etmediklerini iddia etmişlerdir. Ne var ki, değerlendirme sonuçlarında görüldüğü üzere öğretmenin bir özelliği kendisiyle alakalı nesnel gerçekliklerin de neredeyse tamamına rengini vermiştir.
Bu serideki diğer yazılar için tıklayınız: