Sosyal psikoloji alanında yapılan deneyler insanın tabiatı, sahip olduğu değerler, latifeler ve tabi olduğu kaideler adına önemli bilgiler sunar. İnsan tabiatına dair birçok ders veren bu bilimsel deneylerin bazıları sosyal psikoloji literatüründe, tarihte ve deneklerde kalıcı tesirler bırakmıştır. “Sosyal Psikoloji Açısından İnsan Tabiatı” yazı serisinin bu ikinci kısmında da bu tarz deneyleri ele almaya devam edelim.
Öğrenilmiş Çaresizlik Deneyi (Learned Helplessness Experiment)
1965 senesinde öğrenilmiş çaresizlik ve depresyonla alakalı bu deneyde Martin Seligman, bir grup köpeği kendi içlerinde “kaçış grubu”, “kontrol grubu” ve “boyunduruk grubu” olarak üçe ayırmıştır. Bu gruplardan kaçış grubunda bulunan köpeklere yattıkları bir anda yüksek bir voltta elektrik şoku verilir. Köpekler hemen yanı başlarında bulunan bir buton vesilesiyle şoku durdurabilirler. Durdurmadıkları takdirde ise şok yaklaşık 30 saniye sonra kendiliğinden sona erer. Köpekler birkaç deneme sonrasında butona basıp elektrik şokunu durdurmaya ve bunu hızla yapmaya başlarlar.
Kontrol grubunda bulunan köpeklere elektrik şoku verilmez. Boyunduruk grubundaki köpekler ise kaçış grubundakilerle aynı şeylere maruz bırakılırlar. Aralarındaki tek fark bu gruptaki köpeklerin butona basmakla şoku durduramamaları ve şokun kendiliğinden bitmesini beklemeleri gerektiğidir. Bu yüzden bu gruptaki köpekler belli bir süre sonra butona basmayı bırakırlar ve “çaresizliği” öğrenirler.
Sonrasında tüm köpekler ortasında bir panel bulunan bir alana konulur ve köpeklere elektrik şoku verilmeye başlanır. Kaçış grubu ve kontrol grubundaki köpekler beklenildiği gibi panelin diğer tarafına atlayarak kendilerini kurtarırlar. Ancak boyunduruk grubundaki köpekler ilk aşamada şoku engelleyemeyişlerini içselleştirdiklerinden, panel diğer kısma geçebilmelerine ve şoktan kaçabilmelerine müsaade ettiği halde oldukları yerde durmuşlardır. Aradan belli bir süre geçtikten sonra tekrarlanan denemelerde dahi bu köpekler çaresizliği kanıksamış vaziyette maruz kaldıkları şoktan kurtulma yollarını araştırmamışlardır.
Asch’ın Sosyal Uyum Deneyi (Asch Conformity Experiment)
1951 senesinde sosyal psikolog Solomon Asch tarafından yapılan bu deneyde katılımcılar bir görüş testine sokulmuşlardır. Deneyin amacı kişilerin grup düşüncesine ne derecede uyma eğilimi gösterdiğini ölçmektir. Deney esnasında tüm kişilere bir tanesinde tek bir çizgi olan diğerinde ise farklı boylarda üç adet çizgi olan iki adet kart gösterilmiştir. Katılımcılar arasında bir adet denek hariç geriye kalan herkes Solomon Asch’in asistanlarıdır. Katılımcılara birinci karttaki çizginin uzunluk olarak ikinci kartta bulunan çizgilerden hangisine en yakın olduğu sorulmuştur. Bu esnada son sırada bulunan gerçek deneğin kendinden önceki katılımcıların cevabını duyması sağlanmıştır.
İlk birkaç soruda bariz doğru olan cevabı veren asistanlar, daha sonrasında bilerek yanlış cevaplar vermişlerdir. Denek, verilen cevabın yanlış olduğunu gördüğü halde grubun diğer üyelerine uyum sağlayıp aynı yanlış cevabı vermeye başlamıştır. O kadar ki deneklerin yüzde otuz beşi diğer katılımcıların söyledikleri gerçeğe aykırı olduğu halde gruba uymuşlardır. Bu deney kitle ruh haletinde ve sürü psikolojisinde doğru ve yanlışın birbirinden tefrik edilmesinde güçlükler yaşanacağına dair çarpıcı bir örnektir.
Pratfall Etkisi (The Pratfall Effect)
Ünlü Amerikalı psikolog Elliot Aronson toplum hayatında bazı kişileri niçin başkalarına nispeten daha çok sevdiğimizi ve bu kişilere karşı olan sempatimizin nedenini “pratfall etkisi” denilen kavramla açıklamaktadır.
Pratfall etkisine göre bir insanın hatalar yapması ve acziyetinin bilincinde oluşu ile başkaları tarafından sevilmesi arasında doğru orantı mevcuttur. Aronson’ın konuyla ilgili yaptığı bir deneyde; iki gruba ayrılan öğrencilere çeşitli sorular sorulmuş ve öğrencilerin cevapları ses kaydına alınmıştır. Bu cevaplar başkalarına dinletildiğinde insanların ikinci gruptaki öğrencileri daha sempatik buldukları ve onlardan daha çok hoşlandıkları tespit edilmiştir. Aronson’a göre bunun başlıca sebebi şudur: ikinci gruptaki öğrenciler; soruları cevaplarken yanlışlıklar yapmış, önlerindeki kahve kupasını dökmüş ve çeşitli telaffuz hataları yapmışlardır. Bu noksanlıklar insanlara daha samimi ve sevimli gelmiş, bu yüzden de ikinci gruba karşı sempati uyanmıştır. Bu deneye göre düştüğü zaman buna gülebilen bir kişi, hiç düşmeyen ve tökezlemeyen insanlardan daha yakın gelir. Aynı şekilde uygun makamda kusurunu itiraf eden insanlar da mükemmellik iddiasına ve imajına sahip kişilerden daha sıcak ve sempatik olarak kabul edilmektedir.
Pygmalion Etkisi (The Pygmalion Effect)
“Kendini gerçekleştiren kehanet” veya “Pygmalion etkisi” olarak anılan bu etki, insanların belli bir süre sonra diğer kişilerin kendilerine ilişkin beklentilerine uyum gösteren davranışlar sergilemesi şeklinde tanımlanmaktadır. Pygmalion etkisini inceleyen psikolog Robert Rosenthal bir ders yılının başında birinci ve ikinci sınıf öğrencilerinin olduğu bir ortamda bir zekâ testi uygular. Ancak uyguladığı zekâ testinin neticelerinden bağımsız olarak, sınıf öğretmenlerine kendisinin rastgele seçtiği öğrencilerin ilerleyen dönemlerde çok başarılı olabileceğini söyler.
Ders yılının sonunda şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşılır. Sınıfın en başarılı öğrencileri sene başında uygulanan zekâ testinde en iyi sonucu elde edenler değil, Rosenthal’in “başarılı olacaklar” diye öğretmenlerle isimlerini paylaştığı öğrenciler arasından çıkmıştır. Rosenthal’in deneyinden ve ders yılı boyunca yaptığı gözlemlerden şu sonuca varmak mümkündür: Sınıf öğretmenleri başarılı olacağı düşünülen öğrencilerle daha çok ilgilenmişler, onlara daha çok imkanlar sağlamışlar ve başarısız olduklarında da daha yapıcı müdahalelerde bulunmuşlardır. Yani kısacası kişilere “iyisin, iyisin” denildiğinde gerçekten iyileştikleri gözlenmiştir. Bu etkiyi inceleyen başka çalışmalarda da hakeza bir kişiye “fenasın, fenasın” denildiğinde fenalaştığı yani türlü başarısızlıklara duçar olduğu ve durumunun daha kötüye gittiği gözlemlenmiştir.
Canavar Deneyi (Monster Study)
“Canavar Deneyi” veya “Canavar Çalışma” olarak bilinen bu araştırma, 1939 yılında Iowa Üniversitesi öğretim üyesi Wendell Johnson ve Mary Tudor tarafından Iowa’daki bir yetimhaneden seçilen 22 kimsesiz çocuk üzerinde yapılmıştır. Deneklerde kalıcı hasar bırakması ve etik dışı yöntemleri sebebiyle bugün “canavar” olarak anılan bu deneyin etkileri hala tartışma konusudur.
Araştırmacılar ilk olarak çocukları kontrol grubu ve deney grubu olmak üzere farklı gruplara ayırmışlardır. Bu çocuklardan bazılarında, daha önceden öğretmenleri tarafından belirlenmiş kekemelik belirtisi ve birtakım konuşma sorunları mevcuttur. İlk gruba olumlu konuşma terapisi uygulanarak belli bir süre bu gruptaki çocukların konuşmalarının ne kadar düzgün ve ne kadar iyi olduğunu ifade edilmiştir. Johnson ve Tudor, diğer gruptaki kimsesiz çocuklara ise olumsuz konuşma terapisi uygulamışlardır. Bu gruptaki çocuklar en küçük bir hatalarında azar işitmiş, kekeme gibi yakıştırmalarla hakarete uğramışlardır. Bu grupta olan çocukların neredeyse hepsinde zamanla konuşma bozuklukları baş göstermiştir. Aynı şekilde okul başarıları da gözle görülür şekilde düşmüştür. O kadar ki bazı çocuklar çeşitli rehabilitasyon programlarına alınmış olsalar da bu problemi ömürleri boyunca üzerlerinden atamamışlardır. Sonrasında 2000’li yıllarda halen hayatta olan bazı denekler yüklü tazminatlar almışlardır.
Bu araştırmaya çocukların gösterdiği hızlı tepki araştırmacıları bile şaşırtmıştır. Araştırmacıları en çok şaşırtan da aslında tamamen normal konuşan ve kekemelikle itham edilen çocuklarda bile konuşma problemlerinin baş göstermesi olur. Bu çalışma, insanların etrafındaki kişilerin ithamlarının, özellikle de çocukluk çağındayken, ne derece tesiri altında kalabilecekleri göstermektedir.
Üçüncü Hare (The Third Wave)
“Üçüncü Hare” veya “Üçüncü Dalga Deneyi” olarak bilinen bu çalışma, en olmayacak toplumların bile faşizm fikrine meyilli olabileceklerini göstermek için tasarlanmıştır. Bu araştırma, Amerika Birleşik Devletleri’ne bağlı Kaliforniya eyaletinin Palo Alto şehrindeki Cubberly Lisesi’nde gerçekleştirilmiştir. Bu lisede tarih öğretmeni olan Ron Jones, deneyi “Karşılaştırmalı Dünya Tarihi” sınıfında Nazi Almanya’sı ünitesiyle irtibatlı olarak lise ikinci sınıf öğrencileri üzerinde gerçekleştirir. Jones, derste Alman vatandaşlarının soykırıma nasıl izin verdiğini ve bu zulme nasıl ortak olduklarını anlatmak yerine bir deney vasıtasıyla göstermeye karar verir.
Jones, “Üçüncü Dalga” isimli bir hareket kurduğunu ve bu hareketin gayesinin demokrasiyi ve demokratik değerleri ortadan kaldırmak olduğunu söyler. Demokrasi fikrinin bireysel hak ve özgürlükleri ön plana çıkarmasının bir problem teşkil ettiğini, bu yüzden Üçüncü Dalga Hareketi’nin “Disiplinden, birlikten, hareketten ve gururdan gelen güç” gibi sloganlar ve propaganda malzemeleri belirlemesi gerektiğini öğrencilerle paylaşır.
Deneyin ilk gününde öğrencilerin takip etmesi gereken birkaç basit kural belirlenmiştir. Bu kurallara göre ders zili çaldıktan sonra saniyeler içerisinde sıralarına yerleşmeleri, söz hakkı almadan ve ayağa kalkmadan konuşmamaları, konuştuklarında ise sadece birkaç kelime kullanmaları ve sözlerini “Bay Jones” hitabıyla bitirmeleri gerekmektedir.
Sonraki gün ise sınıftaki öğrencilere diğer öğrencilerden farklı oldukları ve özel insanlar oldukları telkin edilmiştir. Jones bu yeni ve farklı topluluğa “Üçüncü Dalga” adını koymuştur. Jones bu ismi uydurma bir hikayeyle de desteklemeye karar verir. Bu topluluk ismini okyanusların en güçlü dalgası olan üçüncü dalgadan almaktadır ve her Üçüncü Dalga ferdi bunu böyle benimsemelidir. Gruba aynı zamanda bir selamlama tekniği olarak Nazi selamına yakın bir el hareketi kullanmalarını ve bunu şiar edinmeleri söylenmiştir. Sınıftaki öğrenciler bu yeni kurallara toptan uymaya başlamışlardır.
Sonraki günlerde deneyin alanı tüm okulu kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Öğrenciler Üçüncü Dalga’nın özel ve farklı bireyleri olarak derslerine daha yüksek bir motivasyonla sarılmıştır. Zamanla bu hareket kendisine bir logo seçmiş ve kendince bir kurumsal statü belirlemiştir. Hareket büyüdükçe Üçüncü Dalga’ya bağlılığını ifade eden yeni üyeler bulmaya, farklı ve kendinden olmayanları ise dışlamaya başlamışlardır. 30 öğrenciyle başlayan hareket 1-2 günde 200 katılımcıya ulaşmıştır. Öğrenciler bu yeni kimliği o denli benimsemişlerdir ki belirlenmiş kurallara uymayanları hareket içindeki farklı mercilere şikâyet etmeye ve birbirlerini ispiyonlamaya başlamışlardır.
İlerleyen günlerde Ron Jones öğrencilerin beklenmedik bir şekilde bağlılık gösterdiklerini ve gitgide partizanlaştıklarını müşahade etmiş ve deneyin kontrolden çıkacağını, çocukların şiddete tevessül edeceğini düşünerek deneyi nihayete erdirmeye karar vermiştir. Ancak zaman içerisinde değişim gösteren öğrencilerin bir anda kendilerine benimsetilen rollerinden çıkamayacakları düşüncesiyle bunu tedrici bir şekilde gerçekleştirmiştir. Son gün, sınıfa bir televizyon getirilmiş, çocuklara bir süre karıncalı ekran gösterilmiş, “başbakanlıktan” yapılan açıklamaya göre bu ulusal hareketin artık sonlandırılacağı kendileriyle paylaşılmıştır. Bu deney demokratik toplumların dahi bir anda faşizmin kucağına düşmesinin mümkün olduğunu göstermesiyle fevkalade dikkat çekicidir.
Bu serideki diğer yazılar için tıklayınız: