İnsan olarak hepimiz vücudumuzda meydana gelen hastalıkları tedavi için kapı kapı dolaşıp şifa arıyoruz. Peki, bizi ferdî, ailevî, içtimaî yaşantımızda devamlı sıkıntıya sokan gurur, kibir, haset, evham, endişe, hırs gibi mânevî ve psikolojik hastalıklarımıza nasıl ve nerede şifa bulacağımızı hiç düşündük mü, bunun için kapı kapı doktor ve hastane aradık mı? Belki aramaya koyulmadan önce böyle bir şifahane nasıldır ve insanları tedavi için neler sunar, onları ele almalıyız; tâ ki şifa bulmak yerine güvensizliğimizi, dert ve ızdıraplarımızı daha da artıracak bir bela içine düşmeyelim.
İşte bu yazıda toplumdaki mânevî ve psikolojik problemlerin tedavisi gibi zorlu bir görevi deruhte edecek fertlerin sahip olmaları gereken bazı özelliklere ve pratiklere değinilmektedir.
DOĞRU TEŞHİS
İnsanda aslolan sağlık, ülkelerde barış, varlıkta ise şefkattir. Hastalık, savaş ve düşmanlıklar ise arızîdir. Arızîler aslın yerine geçince fesat olur. Mânevî ve psikolojik rahatsızlıklar da insanda arızî olan ve tedaviye muhtaç bir meseledir. Her tedavide olduğu gibi bu rahatsızlıkların tedavisinde de ilk adım doğru tanı ve teşhistir.
Kişinin kendini hata ve sevaplarıyla olduğu gibi, herhangi bir şeyi kaçırmadan görebilmesi ve yaptığı hataları teville çarpıtmadan kabullenebilmesi tevbenin de, manen ve zihnen rahatlamanın da ilk ve en önemli adımıdır. Doktorların “teşhis tedavinin yarısıdır” dedikleri gibi iyi ve isabetli bir teşhis hatalarımız ve onların kaynaklarından kurtulmamız adına çok önemlidir. Mesela kişi şeker hastası olduğu ve bu hastalığa ait emareleri gördüğü halde hakikatle yüzleşmek istemeyip te’villerle bu hastalığı başka bir şeymiş gibi göstermeye çalışıyor ve iyi olduğunu iddia ediyorsa burada bir tedaviden bahsetmek olanaksızdır.
Aynı şekilde insan cimrilik, bencillik, hırs, gıybet, kibir, korkaklık vb. mânevî hastalıklara müptela olabilir. Fakat te’villerle bunları kapatmaya çalışıyorsa, aldığı tepkileri başka şeylere hamlediyorsa ve sürekli kendini haklı çıkarma telaşında ise teşhise mâni oluyor ve tedaviyi geciktiriyor demektir.
Mânevî rahatsızlıkların neler olabileceğini anlamak ve bunları doğru tespit edebilmek için başvurabileceğimiz dini kavramlardan biri “takva”dır. Takva cezayı haklı kılan davranışlardan nefsi koruma anlamına gelmektedir. Arapça “ve-ka-ye” kökünden gelip, “vikaye” mastarından türeyen takva kelimesi “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak, çekinmek” anlamlarına gelmektedir. Takvâ kelimesini Seyyid Şerîf el-Cürcânî, “Allah’a itaat ederek azabından sakınmaktır, bu da ceza almayı haklı kılan davranışlardan nefsi korumak suretiyle gerçekleşir” şeklinde tarif eder (et-Ta’rîfât, “vķy” md.). Asıl özü itibariyle takva kişinin kendisini zarar göreceği her türlü şeyden koruması ya da koruma altına alması demektir. Mesela lügat manası itibariyle, savaşta oktan korunmak için bir zırh giymek takvadır. Kaza anında yaralanmadan korunmak için emniyet kemeri takmak bir takvadır.
Bu tür zarar verebilecek hususları daha geniş manada düşünebiliriz. Kişiye bedensel zararları olan şeylerin yanında, zihinsel, ruhsal, toplumsal ve ailevî zararları da bu ‘korunmak gereken hususlar’ içine dahil edebiliriz. Kişi kendisine zarar verecek şeyden korktuğu için bu kelime daha çok ‘zarar veren şeyden korkmak’ şeklinde tercüme edilmiş ve zamanla Allah’ın Zatından korkmak olarak anlaşılmıştır. Aslında korkulması istenen şey Allah’ın Zatı değil kişiyi Allah’tan uzağa düşüren, yaralayan, onunla ilişkisini zedeleyen, insan olma onurunu tahrip eden, varlık gayesine ermesini engelleyen her türlü fiil, düşünce ve histir. Mânevî hastalıklara bu tür bir zaviyeden bakılabilir. Dolayısıyla, bu tür emirleri “sizi Allah’tan ayrı koyacak, insanlık onurunuzu zedeleyecek, kabiliyetlerinizi köreltecek, başkalarının hukukuna zarar verecek ve neticede cezaya müstahak hale getirecek her türlü şeyden sakının, kendinizi koruyun” şeklinde anlamak daha isabetli olur.
Peki bu zararlı hususların ne olduğunu nasıl bileceğiz? Dinde bu zararlı hususlar “haram”, “günah” gibi kelimelerle tarif edilmektedir. Din, bu zararlı davranışları irtikap ederek kötü neticelere duçar olmaktan korkmamızı bize şefkat ile tavsiye ve emretmektedir. Neticede, kader inancına göre, her şeyi olduğu gibi, bu kötü neticeleri de bizim tercihimizle yaratan Allah olduğu için, din tek yaratıcı olan Allah’tan bu kötü neticeleri yaratmaması ve bizi kötü amellerimizden dolayı cezalandırmaması hususunda sakınmamızı istemektedir. Allah bu neticelerin kimini yaratıp hatalarımızdan ders almamızı istemekte kimini de affetmektedir. Lakin yaratılmanın müsebbibi biz olmamız hasebiyle yaratılanlardan da biz sorumlu oluruz.
Ayrıca bu korku seven birinin sevdiğinin gönlünü incitmekten çekinmesini, Yaratıcı’ya karşı saygı ve sorumluluk duymasını ve O’nun teveccühünü kaybetmekten kaçınmasını da ifade etmektedir. Bu sebeple müminin her hataya onu sevdiğinden ayıran bir perde, ayağına takılmış bir pranga ve uzaklığa sebep bir arıza olarak bakması istenmektedir. İşte mânevî hastalıkları teşhis ederken mevzubahis hislerin ve psikolojik durumların böyle bir perde, pranga, arıza unsuru olup olmadıklarına bakılmalıdır. Bu türden rahatsızlıklar arasında kibir, nifak, gurur, şüphe, su-i zan, korku, riya, intikam, şehvet, öfke, vesvese, uyuşukluk, acelecilik, cimrilik, övünme, taassup, hakir görme, farklılık hissi, “ne derler?”cilik sayılabilir.
TEDRİCİLİK VE SABIR
Bir insan değişebilir mi? Değişim hangi hususlarda olur: huy, karakter, kişilik, alışkanlıklar, adetler…? Bunların hangisini değiştirebilme kabiliyetine sahiptir insan? Bunlar her insanın kendine zaman zaman sorduğu sorulardır. Özellikle önümüzde bulduğumuz numune insanlar gibi olabilme, hayatımızı onlar gibi tanzim edip şekillendirme ve böylece Allah’ın razı olduğu bir kul olabilme her müminin en öncelikli hedefidir.
Öncelikle insan doğumla kendisine verilen ve bir nevi onun türünü belli eden hususları değiştiremez. Bu aynen güvercin olarak yaratılan bir kuşun serçe veya kartal gibi hareket etmeye çalışmasına benzer. Bu hususlar onun varlığına derç edilmiş temel özelliklerdir ve onun ileride nelere ilgi duyup hayatın hangi alanlarında varlık göstereceğine tesir eden unsurlardır. Buna belki fıtrat potansiyeli diyebiliriz. Bu husustaki eğitimin temel hedefi insanda mündemiç bu potansiyeli keşfetmeye yönelik olmalıdır.
Peki değiştirebileceğimiz hususlar nelerdir? Bu hususlar ise insanın zaman içinde edindiği iyi kötü alışkanlıklardır. Mesela düzenli spor yapmak, sigara içmek, erken kalkmak, her gün dişlerini fırçalamak, sağlıklı besin yemek, gördüğü insanlara tebessüm etmek, hayatını planlamak, kitap okumak vb. İşte mânevî hastalıklar da böyle, insanda değişime ve iyileşmeye açık arızî bir meseledir.
Lakin bu hususlardaki değişim de anında olan bir şey değildir. Mesela bir kişi otuz yaşında ise onun bütün alışkanlıkları ve yaşam tarzıyla bugünkü haline gelmesi tam otuz yıl sürmüştür. Kafamızda bir kısım mağaralarda suyun damlamasıyla oluşmuş sarkıt ve dikitleri canlandıralım. Bunların oluşumu ve bu şekli alması belki yıllar sürmüştür. Şimdi bir insan bu doğal süreci göz ardı edip eliyle o sarkıtın şeklini değiştirmeye çalışsa elde edeceği netice kırılmış ve güzelliğini yitirmiş bir doğal harika olacaktır. Onu değiştirmenin yolu yine oluşumundaki sürecin takibidir.
Aynı şekilde otuz yılda bu hale gelen insanlar ve mânevî hastalıklara çare olmak isteyen fertler bir haftada değişim beklememelidirler. Lakin ümitsiz olup kendilerini de salmamalıdırlar. Zira insanın bugünkü varlığını oluşturan yapı taşlarını tek tek ele alıp işlemek ve neticede sabırla onlardan yeni bir varlık meydana getirmek mümkündür.
Tepeden inme, baskı yollu ve kısa süreli değişimler nasıl toplumları dönüştürmek yerine yapısını bozup altüst ediyorsa aynı şekilde fertlerdeki değişimlerde ani ve radikal olmamaktadır. Bir toplumu değiştirmek için nasıl tek tek fertleri değiştirmek ve sabırla buna devam etmek icap ediyorsa aynı şekilde mânevî hastalıkların tedavisinde ve şahsî değişimde de tek tek alışkanlıkları ele alıp sabırla bunları değiştirmek icap eder. Aceleci yaklaşımlar ve gayr-i tabi değişim beklentileri aksiyle netice verir.
GÜVEN VAAD ETME
Günümüzde birçok insanın yaşadığı temel problem, tamamen güvenip açılabileceği ve neticesinde aldığı sağlıklı, kucaklayıcı ve eğitici tepkilerle kendisine yeni bir yol çizebileceği insanları bulamama sıkıntısıdır. Başkalarına güvenemeyen ve güvenemediği için de problemlerini kimseye açamayan, kimseyle samimane dertleşemeyen insanlar zamanla içlerine kapanmakta ve vehimlerin de yardımıyla kendi dertleri altında ezilip kalmaktadırlar. Bir kısmı da artık değişime inanmamakta ve her şeyi kader ve fıtrat kavramlarının altına sokarak statik ve kaderci bir varlık anlayışına evrilmektedirler.
Böyle bir hal içinde bulunan insanlar, hareketlerinde istikrarlı ve güven vadeden kimselerle hemdem olmaya başladıktan sonra yavaş yavaş açılmakta, savunma pozisyonundan çıkıp kendi hatalarını görebilmekte ve bu hataları, sağlam kriterlere sahip insanlarla konuşarak içlerinden söküp atabilmektedirler. Aksine, davranışlarında tutarsız ve güven vadetmekten uzak olan ve bunun üzerine bir de devamlı eleştirel söz ve tavırları bulunan, muhatabını dinlemeyi dahi bilmeyen kişilerin oluşturduğu ortamlar ise güven problemi yaşayan insanların daha da güvensiz hale gelmesine, değişim ümidini yitirmesine ve içine kapanmasına sebep olmaktadır.
İLGİ GÖSTERME
Güven duymanın yanında insanlar adeta çocuklar gibi bu güvenlerini devamlı tazeleyecek ilgiye de muhtaçtırlar. Bir hediye, bir tebessüm, bir hatırlanma, bir yemeğe davet, bazen insanların tekrar hayata kazandırılmasında çok önemli bir rol oynamaktadır. Kendimize ait bir şeyin paylaşılması; sevilmediğine, hayatta yalnız, kimsesiz olduğuna ve bunun değişmeyeceğine inanan birçok insan için derin duygular ve manalar ifade edebilir. Belki o esnada yaşanan bir şaşkınlık, ardından akan sevinç gözyaşları bu duygu ve manaların ilk habercileridir. Bu tür manzaraların sürekli yaşandığı ilgi dolu böyle ortamlar, insanların kendilerini bulmasında ve mânevî sıkıntılarından kurtulmasında gerekli olan en temel ihtiyaçlardandır.
İNSANLARI DİNLEME
Dost ve arkadaşlarımızın gözlerine dikkatle bakıp, ilgiyle, derdini gerçekten öğrenmek niyetiyle dinleme, sorular ve mimiklerle konuyu açma ve onunla beraber aynı duygulara ortak olma dost ve arkadaşlığımızı pekiştirici bir unsurdur ve her iki taraf içinde huzur duyulan bir sohbet meclisi oluşturur. Aksine karşıdakinin sözünü bitirmeden hemen ahkam kesmeye başlamamız, bakış ve davranışlarımızla ilgilenmediğimizi hissettirmemiz ve paylaştığı sırları etrafta faş etmemiz dost ve arkadaşlığımıza vurulan bir darbe ve yalnızlığa bir davetiyedir. Bir insanın dertlerine illaki çözüm bulacağız diye bir şey söz konusu değildir. Çoğu kere kişinin derdini güvendiği bir gönle boşaltıp paylaşması bile derdine deva olmaya kafidir.
BEKLENTİSİZLİK VE SÜREKLİLİK
Son olarak, gösterilen şefkat, ilgi ve sevginin karşılıksız, beklentisiz ve sürekli olması hayatî önemi haizdir. Üfül üfül huzur esen yuvaların belki de en önemli kaynağı, annelerde bulunan işte bu karşılıksız, bitmek tükenmek bilmeyen şefkattir. İnsanlar çoğu zaman bu şefkati özler. Herkesin yaptığı iyilik karşılığında bir şeyler beklediği günümüzde, kendisine beklentisiz uzanacak böyle bir şefkat eli kişilerde çocukça, saf ve samimane duyguları tekrar canlandırması açısından, insanların manen tedavisinde vazgeçilmez diğer zarurî bir ihtiyaçtır.
Temel olarak, toplumdaki mânevî hastalıkları tedavi etmeye azmetmiş ve yukarıda bahsi geçen özelliklere sahip fertlerin bulundukları evler, yurtlar, yuvalar, okullar; nesillerin sağlıklı olarak yetişmesi, yaralı olanların da tedavisinde adeta bu hastalıkları tedavi vazifesi görecek birer hastane konumundadırlar. Kim bilir böyle şifahaneler hemen yanı başımızda bir komşumuz, yakınımızda bir okul, evladımızı teslim ettiğimiz sıcacık bir yuva olabilir. Bulma derdine düşenler, ölüm ve yaşlılıktan başka her derdin bir devası vardır fehvasınca, ümit edilir ki, böyle şifa merkezlerini bulacak ve maddî hastalıkların da birçoğuna kaynaklık eden mânevî hastalıklardan kurtulacaklardır.